Türkiye’de Demokrasi nedir?

Bilinçli olarak politika yazmaktan uzak duruyorum. Hem uzmanlık alanım değil, yani bu alandaki düşüncelerimi çoğu şahsi düşünceler, hem de kısa yazılarla konuşulan politikanın etkisinin birleştiriciden ziyade ayrıştırıcı olduğunu düşünüyorum.

Ancak içinde bulunduğumuz anormal koşullar, gündeme toplumsal gözlem perspektifinden bir analiz yapmayı meşrulaştırıyor, hatta neredeyse mecburi hale getiriyor.

1

“Demokrasi” kelimesi etrafında bir anlam karmaşası yaşıyoruz. Aslında anlamı gayet net bir kelime. Birden çok insanın ortak bir toplumsal kontratla birlikte yaşamasına imkan veren, çoğunluğun çıkarını gözeten bir yönetim, etkileşim ve karar alma yöntemi demokrasi. Ancak kendi içinde çelişkilerini barındırıyor. Örneğin, demokrasinin en büyük çelişkisini anlatan kavram, çoğunluğun eziciliği (tyranny of the majority) kavramıdır. Bir grubun %70’inin ortak bir rızasının veya arzusunun olması, azınlık kalan %30’un temel haklarının elinden alınması anlamına gelmemelidir, ancak bir yandan bunun somut olarak önüne geçen koruma mekanizmaları demokrasinin içine gömülü değildir.
Yani bir sistemin demokratik olması, azınlık haklarının korunması için kendi başına yeterli değildir.

Demokrasi sanılanın aksine bir toplumun geleceği için en iyi olanı seçmesinin bir yöntemi değildir, en çok kişinin istediğini seçmenin yöntemidir. Şayet “en iyinin” yani en iyi toplumsal kuralların, kalkınma politikalarının, ticari ve kültürel yaptırımların seçilmesi ilk olarak “en iyinin” tanımlanması ile başlar. En iyiyi tanımlamak ise bir uzmanlık gerektirir. En doğru hidroelektrik santral lokasyonunu seçimi, demokratik bir seçim olmamalıdır, olamaz.
Belirli bir asgari seviyenin üzerinde eğitimli, olgunlaşmış ve ekonomik güvence ve özgürlüğe sahip toplumlarda, çoğunluğun isteği ile toplum için iyi olan örtüşebilir. Ancak bu sadece olgunlaşmış toplumlarda doğrudur. Türkiye gibi tanımda demokrasi olan(?) ancak belirli bir genel toplumsal refah, ekonomik özgürlük ve bunlara bağlı bireysel farkındalık eşiği altında olan yapılarda iş farklıdır. Demokrasi olsa da, toplumun çıkarına işlemez.
Yani demokrasi kendini koruyacak aygıtları barındırmaz. Bu yüzden sürdürülebilirliği başka unsurlara bağlıdır. Ek olarak, basit kararlarda adil olabilir, ancak uzmanlık gerektiren karmaşık toplumsal, siyasi, ekonomik konularda “kalabalığın dediğini yapmak” faydadan çok zarar getirir.

İnsanların teba ettiği, değer kayması yaşadığı, sorgulamadığı, barışçıl şekilde tartışamadığı – yani farklı görüşte insanların aynı masadan kavga etmeden kalkamadığı – medyanın tarafsız işleyemediği ve insanları düşündüremediği, korkunun, gücün, iktidar şehvetinin, ego komplekslerinin ve kavgacı hırçınlığın öne çıktığı toplumlarda işleyen şey “ismen” demokrasidir ancak toplumun faydasına işlemez. 5 yaşındaki bir çocuğun içinden kırmızı ışıkta yola atlamak geçebilir. Fakat ihtiyacı olan şey demokrasi değil, ona kural koyacak ve “yapamazsın” diyecek bir anne veya babadır. Çocuk büyür, farkındalık kazanır, beyni gelişir, dünyayı anlar, ondan sonra kendi kararlarını verebilir.

Diğer bir yanılsama insanın kendi seçimleri çevresel etkiler altında kalmadan kendi başına aldığıdır. Rızanın Üretimi (manufacturing of consent) kavramı ile Noam Chomsky neredeyse 30 yıl önce buradaki dinamikleri çok net ortaya koymuştur. Eğer bir toplumun bilgi aldığı kanalları kontrol ederseniz gerçekliği kendi isteğinizde ve suretinizde yaratabilir, ve buna bağlı olarak kitlelere arzu ettiklerinizi düşündürebilirsiniz. Bu yüzden insanların kendi rızalarını kendilerinin belirleyebilmesi, iyi sonuçlar doğuracak bir demokrasi için ilk ve en temel koşuldur, bu da özgür medya ile mümkün olur. Reporters Without Borders verilerine göre Türkiye basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 152. sırada. Türkiye’den biraz daha iyi hangi ülkeler var diye merak ediyorsanız bir kaç örnek vereyim. Tacikistan, Bangladeş, Burma, Etiyopya, Srilanka, Venezuela, Filistin, Cezayir, Kamboçya… Birinci olduğumuz hiç mi bir konu yok diye üzülmeyin. Çünkü bir kaç kaynağa göre hapisteki haberciler sıralamasında Türkiye birinci sırada.

Medyanın tamamının politik ve ekonomik çıkarlar tarafından yönetildiği, ifade özgürlüğünün hukuksuz yargılamalarla baskılandığı, doğruyu gören ve araştıran dürüst gazeteci ve yazarların bile haber yaparken kendi ve ailesinin can sağlığı için endişelendiği bir ortamda demokrasinin herhangi bir şeklinden bahsedilemez. Türkiye şüphesiz ve tartışmasız olarak bu konumda.

“Eğer demokrasi halkın rızasını politik eyleme çevirmekse, ülkenin politikasında neler olup bittiğinden doğru ve tarafsız biçimde haberdar olmayan insanlar nasıl kendi rızalarını belirleyebilir veya bu rızaları toplumsal alanda belirtebilir?”

2

Bu ülkede yaşadığımız şey her ne ise, ve biz vatandaş olarak politikaya her ne şekilde katkıda bulunuyorsak bunun ideal bir demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmadığı açık. Neden diye tekrar soracak olanlar için özetlemek gerekirse;
Özgür medya ile haber alamıyoruz.
Tüm medya araçları eski Sovyetler Birliği’nin propaganda gazetesi Pravda’ya taş çıkartacak şekilde bir beyin yıkama aygıtı olarak çalışıyor.
Eksik bilgi, yarı-doğrular, düşman gösterme ve korkutma taktikleri hem siyasiler, hem medya tarafından sistemsel olarak kullanıyor.
Doğruyu bulmak için kavga etmeden konuşamıyoruz – tartışamıyoruz. Ne siyasi liderler ne de halk arasında sağlıklı bir tartışma platformu var.
“Farklı düşünce” saygı duyulabilecek bir şey olmaktan çıkmış ve düşman olmak için bir gerekçeye düşünmüş durumda. (Üstelik bunu toplumun sadece sağ görüşlü iktidar kesimi için değil, tüm kesimleri için söylüyorum. Sağ karşıtı ama Atatürkçü olmayan bir görüş sahibi olmak bile bazı kesimlerde tepkiyle karşılanıyor.)
Hesap soramıyoruz. Maden faciası yaşanıyor, ilgili bakanlar istifa etmeyi ihtimaller arasında düşünmüyor bile. 2013 yılında siyaha siyah diyen, 2015 yılında, tabi ki beyazdır diyor. Kayıtları ortaya koyuyoruz, dikkate alan dahi olmuyor.
Seçim olduğu zaman bile bizi temsil ettiğine inanmadığımız liderler arasında saçma sapan aritmetik hesapları yaparak kararımızı veriyoruz. Bizi ifade ettiğini düşündüğümüz kişileri seçme şansıyla karşı karşıya bile kalmıyoruz. Referandumlarda “paketlenmiş” pek istemediğimiz ve hiç istemediğimiz kararlar arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz.
Tepkisizlik hayatta kalma stratejimize dönüşmüş durumda. O kadar büyük bir kötü haber yükü altındayız ki, şaşıracak gücümüz, enerjimiz kalmadı. Toplumsal ve kitlesel katatonik(donmuş kalmış) bir tepkisizlik halindeyiz. Yarın haberlerde Şeriat ilan edilse, veya uzaylılar Taksim Meydanı’na inse herhangi bir toplumsal tepki dalgası oluşacağından şüpheliyim.

Özetle 2016 yılı Türkiyesi’nde demokrasi dışarıdan sureti gözünen ama için boş bir kavram.

3

Gelecek nasıl olur? Bu soruya somut cevaplar vermek mümkün olmayabilir ancak bazı trendleri/gidişatları okumak da mümkün. Şu net ki, Türkiye’de son 15 yıldır devam eden trendlerin olduğu gibi ve artarak devam etme olasılığı çok yüksek. Bu trendlerin ise demokratikleşme, temel hak ve özgürlüklerde artma, refah seviyesinde, toplumsal huzurda gelişme olmadığı kesin. Özellikle gittikçe daha agresifleşen ve hırçınlaşan, şiddeti her sorunun çözümü olarak gören, doğruya değil güce tapan bir yönde, ışık hızıyla ilerliyoruz. Bu gidişatı tersine çevirecek bir güç var mı? Yasama – yürütme – yargı arasındaki güçler ayrılığı bitti. Laiklikten bahsetmek bile artık komik. Toplumsal bir direnişi kan dökmeden ortaya koymak mümkün değil. Bu yüzden de barışçıl insanlar olarak önümüz kapalı.

O yüzden bana sorarsanız bu toplumdaki gerilim ve şiddet azalmayacak, daha da artacak.

Son yıllarda yapılan bir kaç ilginç toplumbilimi araştırması en istikrarlı ve huzurlu toplumların nispeten homojen kitlelerden oluşan toplumlar olduğuna işaret ediyor ve toplumlardaki heterojenlik arttıkça toplumsal sorunların arttığını öne sürüyor. Türkiye gibi heterojen (nispeten) toplumsal yapılan kültürel zenginlik alanında avantaj barındırsalarda çok daha dikkatle ve dengeli yönetilmeleri gerekiyorlar. Her tarafın mutlu olması bir çok konuda bıçak sırtı dengelere dayanıyor ve çok doğru ve de çok boyutlu düşünen liderliklere ihtiyaç duyuyorlar. Son 15 yılda bir grubun hayat standardı artarken ve toplumsal normlar yeniden onların ihtiyaçları etrafında dizayn edilirken bu denge göz ardı edildi. Türkiye’de sünni, müslüman ve milliyetçi değilseniz veya bilimsel düşüncenin üstünlüğüne inanıyorsanız azınlıksınız. Bu kadar.

Barack Obama hizmet süresinin sona ermesiyle birlikte bir konuşmasında neden 3. dönem Başkan seçilmesinin doğru olmayacağı sorusunu yanıtlıyordu. (Bkz: Nobody Should be President for Life) Verdiği cevap içerisinde kullandığı bir tanım işin özünü anlatmaya yetiyor. Demokrasileri asıl tanılmayan şey “barışçıl güç transferi”dir. Bir ülkenin gerçekten demokratik olup olmadığının en temel ve kuvvetli göstergesi, iktidardaki kişiler veya partiler arasında savaşa (resmi veya gizli) gerek kalmadan gücün el değiştirip değiştiremeyeceğidir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok şey gördü ancak politik gücün barışçıl bir şekilde başka bir kişi, parti veya gruba devredildiğini hiç görmedi.

Belli ki hala politik gücün barışçıl şekilde devredilebileceği, yani demokrasinin yarım yamalak da olsa işlediğini iddia edebileceğimiz, o noktada değiliz. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda bir güç transferi yaşanacaksa, bu barışçıl yöntemlerle olmayacak ve artan şiddetin sonuçlarını bir toplum olarak hep birlikte yaşayacağız.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.