Suçluluk Duygusu Neden Her Şeyin Sorumlusu?

Hayatta sınırsız seçim şansımızın olduğunu inandırıldık. Oysa ki gerçek çok daha sinsi.

Bunu aynen ilk bakışta “sıfır masraf” olan kredilere benzetiyorum. Dışarıdan bakınca sıfır masraf ancak bir kere adımı attığınızda dosya masrafı, işlem masrafı , ekspertiz ücreti, ipotek ücreti, sigortalar gibi gizli ve yüklü masraflarla karşılaşıyorsunuz. Kredi almışlar bilir.

Hayatta da teorik olarak her şeyi yapmanız mümkün. Kaşif de olabilirsiniz, gezgin de. Sanatla da uğraşabilirsiniz, bilimle de. Çocuklarla da çalışabilirsiniz, yaşlılarla da. Peki o zaman neden bu kadar insan çağrı merkezlerinde güneşi görmeden yıllarını harcıyor?

Çağrı Merkezi Kurumsal Eğitim

Suçluluk Duygusu

İnsanı olduğundan daha iyi yapan, büyüten ve yücelten duyguların (daha büyük bir davaya inanmak, çevresinde gözlemediği problemleri çözmek ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek isteği gibi) varlığına ve etkisine inanıyorum. Benim gözümde, bütün bu olumlu duygular ne yaratıyorsa, suçluluk duygusu da bunların tam zıttını yaratıyor. İnsanın bütün üretme isteğini sıfırlıyor, onu hata yapmaktan korkan, risk almamak üzerine hayatını tasarlayan, kendini gerçekleştiremeyen, “eksik insan” olma yoluna itiyor.

Madem öyle, toplumsal olarak bu kadar yıkıcı bir duyguyu yaratmamak için elimizden geleni yapıyor olmalıyız değil mi? Hiç de öyle değil ne yazık ki. Suçluluk duygusu sistemsel ve kronik. Sebebi ise çok basit. Yaşadığımız hayat ve dünyanın bize verdiği tüm mesajlar “her şey mümkün” etrafında dönerken ve bize “istediğin her şey olabilirsin, hayal ettiğin her şeyi başarabilirsin” mesajı tekrarlanırken, hayatın soğuk gerçekliği yüzümüze vurduğunda bunun mümkün olmadığını farkediyoruz. Eğitim eşitsizliği, finansal fırsat eşitsizliği, içinde bulunduğumuz şehirlerin veya ülkelerin imkan eksikliği gibi koşullar hikayemizde büyük rol sahibi. Yakın çevremden farklı bir ülkede yaşıyor olsaydı yeni bilimsel kuramlar keşfedecek veya yenilikçi girişimlere imza atacak kapasitede bir çok insanın mevcutta kurumsal şirket yapılarında kapasitelerinin iyi günde %50’sin, kötü günde %5’ini kullanarak ruhlarını kurutan rollerde çalıştıklarını biliyorum.

Yani sadece kendi potansiyelimizi gerçekleştiremiyor olmaktan dolayı kötü hissetmekle kalmıyoruz, aynı zamanda, bize her şeyin mümkün olduğu söylenen bir dünyada potansiyelimizi gerçekleştiremediğimiz için üzerimize çöken suçluluk ve yetersizlik duygusunu yaşıyoruz. Tek seferde iki defa kaybediyoruz.  O zaman geriye önemli bir soru kalıyor.

 

İnsan neden çalışır?

Çok temel ancak cevaplaması çok karmaşık analizler gerektiren bir soru. Soruyu basitleştirmek için şu şekilde revize edelim. “En temelde insanı neler motive eder, harekete geçirir?”

Korku. Güç ihtiyacı. Aitlik İhtiyacı. Üretme İhtiyacı.

Sosyoloji ve insan psikolojisi alanındaki araştırmalarımda üretme ihtiyacının çok derinde, çok içsel ve evrimsel bir ihtiyaç olduğunu keşfettim. Üretmek gerçekten mutlu ediyor. Ancak bu kolay ve kendiliğinden gelen bir mükafat değil. İnsanın kendi üretme dürtüsüyle barışık hale gelmesi ve içten gelerek bir şeyler yaratmak istemesi arkasından da bunu takip eden mutluluğu yaşaması için öncelikle gelecek korkusunu yönetebilmesi, hayatındaki seçimlerini (araba markasından, şirkette hedeflediği ünvana kadar) daha fazla güç edinmek ve göstermek etrafında kurgulamıyor olması ve nelere ait olduğunu keşfetmesi gerekli.

Yani insanlar en başta korkularının gerçek olmaması için çalışıyorlar. İyi bir ev, iyi bir iş gibi çabaların hepsi korkuları yönetmek için gösterilen emekler. Problem şu, korkular rasyonel değildir. Bu sebeple insanlar koydukları bu hedeflerin peşinden koşarken rasyonel hedefler koymak ve bunları gerçekleştirmeye çalışmak yerine, irrasyonel olan korkularını gidermek için irrasyonel derecede bu hedeflerin arkasından koşuyorlar. Ortada kişinin korkmasını gerektirmeyecek finansal koşullar oluştuduğunda dahi, biraz korkuların irrasyonelliği, biraz da alışkanlıktan finansal kazanç arkasından koşarak bir ömür geçiyor.

Güçlü olmanın haklı olmaktan daha önemli olduğuna işaret eden bir toplumsal değer kayması yaşıyoruz. Bunu gören insanın dünyasında ise güçlü olmak ve başkalarına söz geçirmek en üst değerlerden biri olarak kişinin hayattaki hedeflerinin merkezine yerleşiyorİş hayatına giren her insanın “müdür” olmak istemesi bu ihtiyaç sebebiyle. Birinci kriter rolün maaş skalası ise, ikinci kriter “insan yönetimi” oluyor. Bu kadar güç düşkünü olmayan toplumsal kültürlerde, aynı ücret skalasındaki iki rolden, insan yönetimi ile uğraşmayacak pozisyonu tercih edecek çok insan var. Bizim kültürümüzde ise insan yönetimi yapabilecek olmak devasa bir ego tatmini ve güç ihtiyacına cevap sağlıyor. Bu yüzden oldukça değerli.

İnsanların en temelde aradığı (özellikle şehir hayatında daha da fazla ihtiyacını hissetttiği) ama aradığını bile bilmediği, çoğu davranışının arkasındaki gizli sebep olarak gösterilebilecek bir duygu var. Aitlik duygusu. İnsanlar ait olacakları grup ve sınıfları belirlemek için koca bir hayat harcıyorlar. Futbol takımları, şirket logoları, hemşerilik ilişkileri, cinsiyet sınıflarına bu yüzden bu kadar önemli ve hepsi aidiyet ihityacı çerçevesinde açıklanabilir.

Özetle insanların %90’ı öncelikli olarak bu üçü için çalışıyorlar: Korkularını cevaplamak, güç kazanmak ve aidiyet bulmak için.

Şanslı %10 ise bu temel ihtiyaçlara ya cevap vermiş ya da kendi beklentilerini değiştirebilmeyi başarmış insanlar. Onlar gerçekten bir şeyler üretmenin kendisinden zevk aldıkları için çalışıyorlar. Bunu başaran insanlar hayatın kurallarını kendileri belirleyecek özgüveni, özgürlüğü bulabilen, suçluluk duygusunun kıskacından kaçabilen insanlar.

En çok kazandıran, en çok kişiye hükmeden veya en popüler işler onlardan çıkmasa da, en çok faydası olan ve en çok katma değer üreten işler onlardan çıkıyor.

En başarılı insanlar “Ben ne için çalışıyorum?” sorusuna kendilerine sormaktan ve dobra cevaplar vermekten çekinmiyorlar.

 

www.ozandagdeviren.com

 

 

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.