Belgesel: Antartika’da Anlam Arayışı (Ve Depresif Penguenler)

Werner Herzog isimli yönetmen/yazar/film ve belgesel yapımcısını bir süredir takip ediyorum. İzlenecek filmler listemde bir çok eseri var. Bu sefer şanslı talihli “Encounters at the End of the World” isimli belgeseliydi.

Werner Herzog Belgesel

Nedense bizim kültürümüzde belgesel denilince doğrudan hayvanlar alemi belgeselleri zihinlerde canlanıyor. Tabi ki bu tür belgeseller de var, ve hem hayvanlar alemini hem daha fazlasını çok da güzel anlatıyorlar. Akıllara ilk BBC’nin Planet Earth serisi, ve David Attenborough’nın o karakteristik sesi geliyor.

Nasıl kitapları kabaca iki gruba ayırmak ve bir gruba kurgulanmış eserleri, roman/şiir/tiyatro/hikaye gibi çalışmaları, diğer gruba da düz yazıyı (non-fiction) yani diğer tabiriyle kurgu-dışı edebiyatı koymak mümkünse aynı durum burada da geçerli.  Bayılarak izlediğimiz 150 bölüme kadar çıkan Türk dizilerinden, dünyayı sarsan Interstellar veya Inception gibi Christopher Nolan filmlerine kadar çoğu sinema eseri aslında kitap dünyasının romanlarıyla aynı tarafta, kurgu eserlerle eş değer görmek mümkün. Buna bağlı olarak da belgesel dediğimiz formatı sinemanın düz yazısı ya da kurgu-dışı edebiyatı olarak kabul etmek gerekiyor.

Kitap okumaya ikame olduğundan değil, belgesel izlemenin çok büyük teknik üstünlükleri var. En başta, kitapta yazar ve okuyucu arasındaki iletişim sadece metin üzerinden. Belgesel de ise kurgulama aşamasında yazılmış bir metin zaten var. Bunun üzerine ayrıca büyük bir çekim süreci, görsel öğelerin bir araya doğru gelmesi için bir sanat yönetmenliği, müzik öğeleri için bir müzik yönetmenliği, editörlerin büyük emekleri ile ortaya çıkmış bir eser var. Yani belgesellerin üretim tarafındaki prodüksyon bedeli izleyici için de kullanıcı değeri çok daha fazla.  Bunun bizim hayatımıza yansıması ise şu: Harcayacak 90 dakikanız varsa, bunu iyi bir belgesele harcamak yeri geldiğinde daha karlı çıkacağınız bir alışveriş olabilir. Ancak bu nihayetinde de biraz kişisel bir görüş, ve bazı kitapların yeri dolmaz.

Herzog’un, Encounters at the End of the World isimli belgeseli, benim belgesellerde sevdiğim tüm unsurları barındırıyor.

Birincisi, Herzog olayın içinde. Kamerayı kendisinin taşıdığını sanmıyorum ancak her diyalog içerisinde sanki sizinle birlikte kameranın bu tarafında oturuyor ve kendi merak ettiklerini soruyor. Kitap yazmak gibi belgesel çekmek de kişisel bir mesele. Yani yönetmenin kendi kişisel fikirlerinin ve değer yargıların çekimi yapılan konuya bulaşmaması mümkün değil. Bu yüzden Herzog’un bu yola hiç girmemesi, ve kendisini olduğu gibi (düşünceleri ile, merak ettikleri ile ve inançları ile) belgeselin içine konumlandırması hoşuma gitti. Hatta bir noktada merak ettiği için ilk önce “Penguen’lerde homoseksüellik var mı?” diye soruyor ve bu soruyu “Peki hiç deliren Penguen oldu mu?” şeklinde devam ettiriyor. Dinlerken, herşeyi bilen bir otoritenin konuştuğunu değil, kendi düşüncelerini paylaşan bir film yapımcının konuştuğunu düşünüyorsunuz. Bu izleyicinin sorgulamasına alan veriyor ve bazı konularda hemfikir olmamasının yolunu da açık bırakıyor.

 

İkincisi, hikayenin içinde sizin kaybolmanızı sağlıyor. Yani izlerken, evet şu anda kameraya konuşan bir insan var, evet şu açıdan çekim yapmışlar, evet burada kesip burada editlemişler gibi şeyleri düşünmenize fırsat vermiyor. Size kendini unutturuyor. Aynen iyi bir ayakkabı gibi. Her adım attığınızda ayağınıza vurup varlığını hatırlatan değil, kendini unutturan bir ayakkabı istersiniz ki yola bakın, yürüyüşün tadını çıkartın. Bu çekim tarzını da aynen bu şekilde görüyorum. Dikkat çekici editler, çılgın kamera açıları yok. Yani dikkati yönetmenin teknik becerilerine veya kurgunun şahaneliğine değil, eldeki ilgi çekici konuya yöneltiyor.

 

Üçüncü ve en önemli unsur ise hem yalın hem de mesaj ve entellektüel içerik olarak içi çok dolu bir eser olması. Bunu büyük bir başarı olarak görüyorum çünkü tutturması zor bir denge.

Başında Herzog’un kendisinin söylediği gibi, bu bir hayvanler alemi belgeseli değil, çok daha derin bir soruya – insanların hayattaki anlam arayışına ve keşif ihtiyacına – cevap vermeye çalışan bir belgesel. Yüzeyde baktığınızda Antartika’ya gidiyor, su altındaki yaşamı anlatıyor, fok balıklarını anlatıyor, penguenleri anlatıyor, buzulları ve volkanları anlatıyor. Ancak bir alt seviyedeki asıl hikayeye baktığınızda anlattıklarının hiç de bu olmadığını görüyorsunuz. Encounters at the End of the World isimli belgeselin asıl anlattığı, modern dünyanın mevcut sistemi içerisinde kendine yer bulamayıp daha büyük bir anlam arayışı peşinden giden ve bu yolda birbiriyle karşılaşan insanlar. Belki daha da önemlisi, sınırda yaşayan bu insanların kendilerini bulma ve bu sırada da, binlerce yıllık evrimde hayatın nasıl doğduğunu anlama çabaları.

Hemen izlemenizi öneririm.

 

Şu yazı da ilginizi çekebilir:

Dünya, İnsanlık ve Türkiye Tarihi’ni Anlamayı Mümkün Kılacak 15 Kitap

 

 

Facebooktwittergoogle_plusredditpinterestlinkedinmailFacebooktwittergoogle_plusredditpinterestlinkedinmail Bilgi Paylaştıkça Artar!